25 Haziran 2011 Cumartesi

Montreal Protokolü







Ozon tabakasının incelmesi konusu ilk kez 1976 yılında Birleşmiş Milletler Çevre Programı(UNEP)’nın Yönetim Konseyi’nde tartışılmıştır. UNEP ve Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO)’nün ozon incelmesini periyodik olarak değerlendirmek için kurdukları Ozon Tabakası Koordinasyon Komitesi (CCOL) sonrası, ozon tabakası konusundaki uzmanlar 1977 yılında bir toplantıda bir araya gelmişlerdir. Ozon tabakasını incelten maddelerin (OTİM) azaltılmasına ilişkin olarak ilk hükümetler arası temaslar ise 1981 yılında başlamış ve bu girişim Mart 1985’de Ozon Tabakasının Korunması için Viyana Sözleşmesi’nin kabulü ile neticelenmiştir. Viyana Sözleşmesi, araştırma, ozon tabakasının sistematik gözlenmesi, CFC üretiminin izlenmesi ve bilgi paylaşımı hususlarında hükümetler arası işbirliğinin sağlanmasını teşvik etmiştir. Sözleşme tarafları, ozon tabakasının yapısını değiştiren insan kaynaklı faaliyetlere karşı ve çevre ve insan sağlığını korumaya yönelik olarak genel önlemler almakla görevlendirmektedir. Yasal bağlayıcılığı olan kontrolleri veya hedefleri içermeyen bir çerçeve sözleşmedir.

Sözleşme üzerindeki anlaşmayı takiben, vakit kaybedilmeden ozon tabakasını incelten maddelerin kullanımının ve üretiminin kontrol altına alınmasını sağlayacak olan bir protokol üzerinde çalışmalar başlatılmıştır. Eylül 1987’de Ozon Tabakasını İncelten Maddeler İlişkin Montreal Protokolü kabul edilmiştir. 1985 yılında Antartika üzerindeki ozon deliğinin tespit edilmesi ile hükümetler, birçok CFC’nin ve bazı halonların üretimini ve tüketimini azaltacak katı önlemlere ihtiyaç olduğu yargısına varmışlardır. Montreal Protokolü, periyodik olarak yapılan bilimsel ve teknolojik değerlendirmeleri temel alarak azatlım takviminin revize edilebileceği şekilde oluşturulmuştur. Bu teknik ve bilimsel değerlendirmeleri takiben, söz konusu Protokole ait takvimdeki azatlımın hızlandırılması için 1990’da (Londra),1992’de (Kopenhag), 1995’de (Viyana), 1997’de (Montreal), 1999’da (Pekin) ve 2007’de (Montreal) tekrar düzenlenmiştir. Ayrıca bu düzenlemeler, yeni kontrol maddelerinin ve yeni önlemlerin de anlaşmaya dahil edilmesine neden olmuştur. 196 ülkenin taraf olduğu Montreal Protokolü, çevre konusunda oluşturulmuş en başarılı çok taraflı anlaşma olarak tanımlanmaktadır.  Haziran 1990 yılında, Londra’da protokolün büyük bir başarısı olarak görülen ve gelişmiş ülkelerin katkıları ile oluşturulan bir "Çok Taraflı Fon (MLF)" kurulmuştur. Bu fon, gelişmekte olan ülkelerin endüstrisine; OTİM'lerin giderilmesine yönelik projelerde teknik uzmanlaşma, yeni teknolojiler ve ekipmanlar için kullandırılmaktadır.
Türkiye;
protokole 19 Aralık 1991 tarihinde taraf olmuştur ve tüm değişikliklerini kabul etmiştir. Protokole ilişkin ulusal ve uluslararası çalışmaların izlenmesi Ulusal Odak Noktası görevini yürüten Çevre ve Orman Bakanlığı’nın koordinasyonunda gerçekleştirilmektedir. Ülkemiz Montreal Protokolünün uygulanmasında en başarılı ülkeler arasında yer almaktadır.
12 Kasım 2008 tarih ve 27052 sayılı Resmi Gazete’de “Ozon Tabakasını İncelten Maddelerin Azaltılmasına İlişkin Yönetmelik” yayımlanmıştır.
Bahse konu Yönetmelik ile;
            CFC Gazlar:
Ø      Kloroflorokarbon (CFC) kullanımı 2006 itibarı ile sıfır tona indirilmiştir. 01/01/2008 tarihinden itibaren zorunlu kullanım alanları da dahil olmak üzere tüm ithalatı yasaklanmıştır.
Ø      Tarım alanlarında yaygın olarak kullanılan geniş etkili bir pestisit olan metil bromür (CH3Br) kontrolü Tarım ve Köy işleri Bakanlığınca yapılmaktadır.
            Halonlar:
Ø      Halonların ithalatı 01/01/2008 tarihinden itibaren yasaktır. Ancak rehabilite edilmiş halon kullanılabilir. Türkiye Halon Bankası (TÜHAB) 31/12/2011 tarihine kadar iç piyasadaki talebin karşılanmasına ilişkin faaliyet gösterecektir.
Ø      01/01/2012 tarihinden itibaren 31/12/2015 tarihine kadar sadece zorunlu kullanımı serbesttir.
     HCFC Gazlar:
            Ülkemiz; Kloroflorokarbon (CFC) grubu gazların kullanımına son verilmesinde olduğu gibi, Hidrokloroflorokarbon (HCFC) grubu gazların da kullanımına son verecektir.
Ø      HCFC grubu gazların ithalatı 2007 yılı ithalat miktarları baz alınarak 1/1/2009’dan itibaren kotaya tabidir.
Ø      Bu maddeler bir takvim çerçevesinde azaltılarak 1/1/2015 tarihinde servis amaçlı kullanımları hariç ithalatına son verilir.
Ayrıca;
Ø      Bahse konu Yönetmeliğin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren OTİM’lerden herhangi birini üretmek, bunları kullanarak üretim yapan yeni tesis kurmak ve kapasite arttırmak üzere tesis veya ünite kurmak yasaktır.
Ø      CFC’ler, CCl4 ve Metil Kloroform maddelerini kullanarak Ek-4’te belirtilen kullanım alanları için üretim yapılması ayrıca, Ek-5'te yer alan ve bu maddeleri içeren ürünlerin ithalatı yasaktır.
Ø      1/1/2010 tarihinden itibaren Ek-5'de yer alan HCFC’leri (R22, R141,R142) içeren ürünlerin ithalatı yasaktır.
Ø      Ozon tabakasını incelten maddelerin ithalatı için Çevre ve Orman Bakanlığınca Kontrol Belgesi düzenlenmektedir.

Kyoto Protokolü






Aralık 1997’de Kyoto’da gerçekleştirilen BMİDÇS 3. Taraflar Konferansı’nda kabul edilmiştir. Protokol, Sözleşme’nin amaç ve kurumlarını paylaşmaktadır. Bununla birlikte, iki anlaşma arasındaki en önemli ayrım, düzenledikleri yükümlülüklerin hukuki niteliği ile ilgilidir. Sözleşme sanayileşmiş ülkelerin sera gazı salımlarını stabilize etmeleri yönünde bağlayıcı olmayan bir yükümlülük tanımlamışken, Protokol sanayileşmiş ülke Taraflarına bağlayıcı sera gazı salım sınırlama ve azaltım yükümlülükleri getirmiştir. Protokolün ülkelerin onayına ve uygulamasına hazır hale getirilmesi için gerekli ayrıntılı uygulama kuralları 2001 yılında Marakeş’te gerçekleştirilen 7. Taraflar Konferansı’nda kabul edilmiştir. “Marakeş Uzlaşmaları” olarak adlandırılan bu kurallar 2005 yılında Protokol’ün 1. Taraflar Toplantısı’nda onaylanmıştır. 16 Şubat 2005’te yürürlüğe giren Kyoto Protokolü’ne Mayıs 2010 itibariyle 191 ülke ve Avrupa Birliği taraftır.
Protokol, Sözleşme’nin “ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar ilkesi” uyarınca Taraflar arasında yükümlülükler açısından yaptığı ayrımlaştırmayı izleyerek, gelişmiş ülkelere bağlayıcı salım azaltım yükümlülükleri getirmiş ve onlara daha ağır bir yük vermiştir. Protokol EK-B listesinde yer alan EK-I Tarafları için, salım hedefi olarak da bilinen, sayısallaştırılmış salım sınırlama veya azaltım yükümlülükleri belirlemiştir. Protokolün EK-B listesinde yer alan EK-I Tarafları, 38 sanayileşmiş ülke ve Avrupa Topluluğu’nu içermektedir. Protokol ayrıca, EK-B’de listelenen gelişmiş ülke Taraflarının 2008-2012 yılları arasını kapsayan ilk yükümlülük döneminde toplam sera gazı salımlarını 1990 düzeyinin % 5 altına indirmelerini öngören, toplu bir hedef veya tavan koymuştur. EK-I Tarafı ülkelerin bireysel salım hedefleri “tahsis edilmiş miktar” olarak tanımlanmaktadır ve EK-B’de gösterilmektedir. Bu Taraflar salım sınırlama veya azaltım yükümlülüklerini yerine getirmede Protokol kapsamında oluşturulan “esneklik mekanizmaları”ndan da yararlanabilmektedir.
Kyoto Protokolü’nün kapsadığı altı sera gazı ve salım kaynakları Protokol EK-A’da sıralanmıştır.
Türkiye

Türkiye, bir OECD üyesi olarak, BMİDÇS 1992 yılında kabul edildiğinde gelişmiş ülkeler ile birlikte Sözleşme’nin EK-I ve EK-II listelerine dâhil edilmişti. 2001’de Marakeş’te gerçekleştirilen 7. Taraflar Konferansı’nda (COP7) alınan 26/CP.7 sayılı Kararla Türkiye’nin diğer EK-I Taraflarından farklı konumu tanınarak, adı BMİDÇS’nin EK-II listesinden çıkarılmış fakat EK-I listesinde kalmıştır. Türkiye 24 Mayıs 2004’te 189. Taraf olarak BMİDÇS’ne katılmıştır.

Türkiye 5386 Sayılı Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesine Yönelik Kyoto Protokolüne Katılmamızın Uygun Bulunduğuna Dair Kanun’un 5 Şubat 2009’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce kabulü ve 13 Mayıs 2009 tarih ve 2009/14979 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararı’nın ardından, katılım aracının Birleşmiş Milletlere sunulmasıyla 26 Ağustos 2009 tarihinde Kyoto Protokolü’ne Taraf olmuştur. Protokol kabul edildiğinde BMİDÇS tarafı olmayan Türkiye, EK-I Taraflarının sayısallaştırılmış salım sınırlama veya azaltım yükümlülüklerinin tanımlandığı Protokol EK-B listesine dâhil edilmemiştir. Dolayısıyla, Protokol’ün 2008-2012 yıllarını kapsayan birinci yükümlülük döneminde Türkiye’nin herhangi bir sayısallaştırılmış salım sınırlama veya azaltım yükümlülüğü bulunmamaktadır.

23 Haziran 2011 Perşembe

Libya yapay nehir projesi





    

  Tekfen, Libya'da, Al Kufra-Tazerbo Büyük Yapay Nehir Projesi'nin yapımına başladı. 480 milyon dolarlık proje, Sahra'da, çölün bin metre altında bulunan buzul çağından kalma bir su rezervinin kentlere taşınmasını amaçlıyor. Al Khufra ile Tazerbo arasında her biri 7.5 metre uzunluğunda, 4.5 metre çapında ve yaklaşık 72 ton ağırlığında öngörmeli beton boru ile toplam 380 km'lik su nakil boru hattı inşa ediliyor. Proje 2011'de bitecek.




1.       Proje dünyanın en büyük su nakli projesidir.
2.       Bu proje ile Libya’nın güneyindeki yer altı sularının kuzeydeki tarımsal alanlara taşınması amaçlanmaktadır.
3.       Bu sayede kuzeyde tarımsal üretimin artacağı ümit edilmektedir.

Manş Tüneli






Manş Tüneli, İngiltere ile Fransa'yı denizden birbirine bağlayan tünel. Manş Denizi'nin tebeşir kayalarından meydana gelen tabanında kolayca tünel açılabilceğini düşünen bir Fransız mühendis, 1802'de Dover Boğazı'nda iki kıyıyı birleştiren bir tünelin yapılmasını teklif etti. Napolyon tarafından beğenilen teklif savaş yüzünden askıya alındı. Bu tür teklifler 19. yüzyılda defalarca gündeme geldi. 1880'li yılların başlarında bazı özel kuruluşlar iki kıyı arasında bir demiryolu tüneli yapmak için kazılara başladılar. Tünel 1800 m'ye ulaştığında basının, İngiltere'nin güvenliği açısından projenin tehlikeli olduğu hakkındaki kampanyaları yüzünden yapım durduruldu.
Fransa ve İngiltere hükümetleri 1960'lı yılların ortalarında tünelin yapılması için tekrar anlaştılarsa da daha sonra yüksek maliyetleri gerekçe gösteren İngiltere, 1970'li yıllarda yapımı durdurdu. Bu süre içinde tünelin her iki taraftan 2,4 km'lik kısmı kazılmıştı. Manş Tüneli 1986'da tekrar gündeme geldi. Proje Fransız ve İngiliz firmalarından meydana gelen bir konsorsiyum tarafından çok sayıda bankadan borç alınarak ve hisse senedi çıkarılarak finanse edildi. Dover ile Calais'yi birbirine bağlayan tünel 50.5 kilometre (31.4 mil) uzunlukta olup, 6 Mayıs 1994'te tünel açılışı yapıldı.
14.000 işçinin görev aldığı bu projede, milyonlarca metrik tonluk taş, toprak ve çamurun atılması için kazı makineleri kullanılmıştır. Bunlardan iki kazıcı ile kanalın iki ucundan kazmaya başlamıştır. Her biri bir lazer ışını yardımıyla yönlendirilmiştir.Tünel, Fransa ve İngiltere ortak yapımıdır.

Tünelin su altındaki bölümünün uzunluğu 38 kilometredir.

TOPRAĞIN BİTTİĞİ YER







Türkiye'nin yüzde 89'u erozyon ve buna bağlı çölleşme riskiyle karşı karşıya... Otlar, çalılar, ağaçlar, sert esen rüzgâra ve akıp giden suya inat, toprağa tutunmaya çalışıyor. Toprağı savunan son bitkiler de giderse çölleşme kaçınılmaz olacak. Karapınar'da bir kumul tepesinin üstüne çöktüm. Arkamdan esen rüzgâra kapılmış kum taneleri yanaklarımı zımparalıyor. Omuzlarımdan sekerek gövdemin gölgesinde, önümde yığılıyor. Elimi uzatıyorum ve avcumun ayasında toplanan kumları seyrederken aklıma William Blake'in dizeleri geliyor: Dünyayı görmek için bir kum tanesinde/ Ve cenneti bir yaban çiçeğinde/ Tut sonsuzluğu avcunun içinde/ Ve ebediyeti bir saatin içinde... Çöl ve cennet arasındaki çizginin ne kadar ince olduğunu görmenin en kolay yollarından biri Konya ovasındaki Karapınar ilçesinin güneybatısında yer alan çölleşme ile mücadele alanına gitmek. TEMA Vakfı (Türkiye Erozyonla Mücadele, Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı) Konya temsilcisi Namık Ceyhan'ın anlattığına göre, "Karapınar, şiddetli rüzgâr erozyonu nedeniyle 1960'lı yıllarda göç tehlikesi ile karşı karşıya kalmış. Kumların rüzgârla taşınması sonucu kumul tepeleri yükselmiş, oluşan toz bulutları nedeniyle mera ve tarım arazileri verimliliğini kaybetmiş. Kum ve toz fırtınaları makineleri bozmuş, solunum hastalıkları baş göstermiş, çocuklar okula gidemez olmuş. Rüzgârla kalkan toz bulutları Konya-Adana karayolunda trafiği aksatmış hatta bazen yolun kapanmasına neden olmuş. Ve halk bölgeyi terk etmeye başlamış"... Çölleşme, doğal iklim değişimleri ya da insanın doğayı tahribatı sonucunda kurak bölgelerin, çöl koşullarını taşıyan ekosistemlere dönüşmesiyle meydana geliyor. Ankara'ya kadar genişleyip bütün Anadolu'yu tehdit edeceği düşünülen Karapınar'daki çölleşme ise bugün özverili çalışmalarla durdurulmuş durumda. Ancak erozyon ve buna bağlı çölleşme Türkiye'yi tehdit etmeye devam ediyor. Yapılan hesaplara göre Türkiye'nin yüzde 89'unda hafif, orta, şiddetli ve çok şiddetli olmak üzere erozyon ve buna bağlı olarak çölleşme riski var. Erozyonla her yıl kaybolan toprak miktarının bir milyar tonun üzerinde olduğu tahmin ediliyor. Bunun yarısından çoğu tarım alanlarından gidiyor. TEMA Vakfı Danışmanı Prof.Dr. Necmettin Çepel, "Eğer sadece buğday ekili alanlardan kayıp giden topraklarla başka bir yerde 40 cm derinliğinde tarlalar oluşturulsaydı burada yılda 100 milyon somun ekmek yapacak buğday yetiştirilebilirdi" diyor. TEMA Vakfı'ndan Celal Ergün ise "Yediğimiz gıdaların yüzde 78'ini doğrudan sağlayan toprağın erozyona uğraması, tuzlanması ve bunların sonucunda çölleşmesi gıda güvenliğimizi tehlikeye atıyor" görüşünü savunuyor. Bu son derece büyük tehlikenin Karapınar'da olduğu gibi önüne geçmek mümkün, fakat bunun için sorunun kökenine inmek gerek. Karapınar halkı için ekmek teknesi olan, büyük sürüleri besleyip, verimli tarım alanlarını barındıran topraklar nasıl oldu da böylesine büyük bir çölleşme tehdidi ile karşı karşıya kaldı ve hangi nedenler onları topraklarını terk etmeye kadar götürdü? Eski TOPRAKSU Konya Araştırma Enstitüsü Müdürü Bahri Çelik, bunun nedenini birçok etkenin bir araya gelmesi olarak açıklıyor: "Karapınar bölgesi eski bir göl yatağı. Buradaki kumlar gölün kuruması nedeniyle zamanla yüzeye çıkmış. Kumların üstünde tutunan otlar özellikle küçükbaş hayvancılığın yaygın olduğu bölgede, dipten ve aşırı otlatma sonucu ortadan kalktı, meralar tahrip oldu. Hayvanların yemediği fakat toprağı tutan geven, tapir, sığır kuyruğu ve benzeri bitkiler de yakacak olarak kullanılmak üzere söküldü. Tarım arazilerinde ise toprağı tam devirerek işleyen pulluklar ve toprağı parçalayan diskler kullanıldı ve kumlu topraklar gevşedi". Anlaşılan, sorumluluğun önemli bir kısmı toprağı koruyacak önlemleri ve yöntemleri uygulayamayan yöre halkında. Bölgenin iklim koşulları da cabası... Yıllık ortalama yağış sadece 275 mm ve bitkilerin hızlı bir şekilde yeniden gelişimine uygun değil. "Topraklar çıplak kalınca," diyor Çelik, "Güney-güneybatı yönünden esen ve hızı zaman zaman saatte 110 kilometreye çıkan rüzgârlar çölleşmeye neden oldu". Bütün bu koşullar Karapınarlıları çözüm yolları aramaya götürmüş. Karapınar Kaymakamlığı, tehdidi kamu kurumlarına anlatmış. Ve sonunda 1962 yılında çölleşme ile mücadele başlamış.

Şimşek ve yıldırım






Yıldırım, gök gürültüsü ve şimşekle görülen, gökyüzü ile yer arasındaki elektrik boşalmasıdır. Şimşekbir bulutun tabanı ile yer arasındaiki bulut arasında veya bir bulut içinde elektrik boşalırken oluşan kırık çizgi biçimindeki geçici ışığa denir. Gök gürültüsü ise, şimşek çakması ya da yıldırım düşmesinden sonra duyulan, patlamaya benzer çok yüksek sestir. Volkanik patlamalar ve kum fırtınaları esnasında da, toz veya kül bulutu içerisindeki statik elektrik nedeniyle yıldırım oluşabilir

Yıldırım ve şimşeğin oluşumu
Lightning over Short Hill Mountain.jpg

Unna'daki bir fırtınada meydana gelen bir şimşek.
Şimşek veya gökgürültüsünden kaynaklanan korku astrafobi olarak 
adlandırılır.

Orman Yangını





Orman Yangını, serbest yayılma eğiliminde olan ve ormanda yaşama birliği içinde bulunan canlı ve cansız blimum varlıkları yakarak yok eden ateştir. Yanma olayı ISI , OKSİJEN veYANICI Maddelerinden oluşan üç faktörün bir arada olmasıyla meydana gelir.

   Yangının sönmesi için de bu üç faktörden birinin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Yanma olayi için, Isının 260-400 C' den, Oksijenin % 15' den fazla olması ve yeteri miktarda yanıcı maddenin bulunması şarttır..

YANGIN TÜRLERİ

   Ülkemizde iki çesit orman yangını vardır. Bunlar örtü ve tepe yangınlandır. Üçüncü bir orman yangını türü olan toprak yangını ise Ülkemiz için önemli değildir.

Örtü Yangını:
Orman toprağını örten ölü ve diri örtüyü yakan yangındır. (Ot, çayır, funda, fide, fidan, yaprak, yosun. humus, kuru dal, kütük, devrik kesim artıklan v.s.) Meşcere asli ağaçlarına çoğunlukla zarar vermez ancak toprağı örten yanıcı maddelerin yoğun olması halinde zarar verebilir.Bunun içinde yanan sahanın yangın sonrası takip ve kontrol edilmesinde fayda vardır.

Tepe Yangını:
Ağaç ve ağacçıkların tepelerini de yakarak ilerleyen yangındır. Bu yangın türünde istisnalar hariç ormanın ortüsü. ağaçlarının gövdeleri ve tepeleri çeşitli şiddetle yandığından ağaçlar genellikle kuruyarak meşcere canlılığını kaybeder. En tehlikeli yangın türüdür.

YANGININ ÇIKI&
#350; NEDENLERİ


Eldeki istatistik bilgilerine göreYangının çıkmasına neden olan ateşin, ana faktörlerinin yıldırım ve insanların çeşitli faaliyetleri olduğunu göstermektedir. Insanın çeşitli faaliyetleri arasında: tarla çalışmaları (anız yakma, bag-bahçe temizliği), çöplerin ateşe verilmesi, enerji nakil hattı arızaları, piknik ve çoban ateşi v.s. sayılabilir.

Nedeni Bilinen Yangınlar:

Yıldırım. kasıt. ihmal ve dikkatsizlik olarak üç guruba ayrılır. Ayrıca nedeni tesbit edilemeyen yangınlar vardır ki bunlar oldukça fazladır. Böylece yangın çıkış nedenlerini.

1-Yıldırım,
2-Kasıt,
3-İhmal ve dikkatsizlik,
4-Nedeni bilinmeyen olmak üzere 4 grupta toplamak mümkündür.

YANGINI ETKİLEYEN FAKTÖRLER

1- Yanıcı Madde
2- Hava Halleri (Iklim - Klima)
3- Topografik Yapı (Arazi Yapısı) dir.

   Yanıcı MaddeÖlü örtü, alt tabakada bulunan ot. çayır bitkileri, çeşitli çalılar, enkaz, kesim artıkları, agaç ve ağacçık v.s. dir. Yanıcı maddelerin inceliği-kalınlığı, miktarı, cinsi, devamlılığı ve rutubeti gibi özellikler yanma olayını etkiler.

Hava Halleri:

   Yağış, nisbi nem. sıcaklık ve rüzgar hızı yangını etkiler. Nisbi nemin saat 10.00' da % 40 ve daha düşük olması, nemin 1-2 saat gibi kısa zaman diliminde % 20' den fazla düşüş göstermesi hallerinde mutlaka yangın çıkmaktadır. Aynca rüzgar hızının 20 Km/saat ve üzerinde oluşu, kurak geçen yaz günleri yangını korukler. Bunun için yangın organizasyonu içindeki ilgililer Meteoroloji' den sıcaklık, nisbi hava nemi ve rüzgar hızını ihtiva eden hava raporunu her gün saat başı almalıdırlar.

Topografik Yapı:

   Bakı, yükseklik, arazi meyili, arazi şekli (roliyef), dar dere, kutu derelerdir. Doğrudan deniz rüzgarlarına açık alanlar, ada, yarımada durumunda olan sahalarda yangın surat kazanır, bakı durumuda: yangın tehlikesi yönünden güney, batı, doğu ve kuzey yamaçlar olmak üzere öncelik sıralaması yapılır.

ORMAN YANGINLARI İLE MÜCADELEDE KORUYUCU TEDBIRLER

   Yangının çıkmasına engel olmak veya çıkacak yangınların sayılarının azaltılması için önceden alınan ve devamlılık gerektiren tedbirler.

HALKIN EĞİTİMİ

*Okul, camii, köy ve kışlalarda orman yangınları ile ilgili Orman İşletme şefleri ,Orman İşletme Müdürleri ve uzmanlarımızca eğitim verilmeli.
*Broşürler dağıtılarak, gazete ve dergilerde yazılar yayınlanmalı.
*Radyo ve TV programları düzenlenerek, bu konuda mümkün oldugu taktirde orman radyo ve televizyon istasyonu kurulmalı.
*Orman ve orman yangını konusunda yarışmalar düzenlenmeli (Şiir, resim, fotograf, kompozisyon, senaryov.s.)
*Orman içinden veya kenarından geçen Karayolu, Köy yolu ve orman yolu kenarlarına, piknik alanlarına yangın ikaz levhaları, veciz sözler ihtiva eden tabolalar konulmalı.
*İlçe ve beldelerde özellikle ilçenin pazarı olan günlerde anız yakılmaması için hapörlör ile halka duyuru yapılmalı.
*Kritik günlerde orman içi ve konan köylere caydırıcı, ikaz edici el afişleri dagıtılmalı.
*Karayolları ve trafik ekiplerince; orman içi vc kenarı yollarda, yanan sigara atılmaması için uyarıcı anons yapılmalı.
*Çıkan yangını haber vermek üzere Orman teşkilatının telefon numaraları Kaymakamlık, Karakol ve Muhtarlıklara bildirilmeli.
*Toplumda mevki ve söz sahibi sevilen kişilere orman yangını konusunda radyo ve televizyonda programlar düzenlenmeli, basına orman yangını konusunda yazı yazmaları saglanmalı.

HALK ORMAN İLİŞKİLERİNİ DÜZENLEMEK
*Orman içi ve kenarında bulunan vatandaşlar, mevcut işlerden öncelikle istifade ettirilmeli.
*Orman içi ve kenarında bulunan vatandaşlaın ihtiyaçları (yapacak, yakacak) zamanında karşılanmalı.
*Vatandaşlara, her konuda adil davranılmalı.
*Vatandaşa projeye dayalı kredi imkanı saglanmalı.
*Vatandaş karşı talebi olumsuzda olsa nezaket kuralları içinde davranılmalı.

KAMU KURULUŞLARI İLE YAPILACAK YARDIMLAŞMA VE İŞBİRLİĞİNE İLİŞKİN HUSUSLAR
Her yıl mart ayı sonuna kadar Orman Yanginlarının önlenmesi ve Söndürülmesinde görevlilerin Görecekleri işler hakkındaki yönetmenlik gereğince illerde Vali,içelerde kaymakam başkanlığında kurulan Orman Yangınları ile Mucadele Komisyonu toplanır.Bu toplantıda alınan kararlar ilgili Kuruluşlara tebliğ edilmeli..

21 Haziran 2011 Salı

KUM FIRTINASI





Kum fırtınası, bitki örtüsünün olmadığı ya da çok zayıf olduğu, çöller ile kurak, yarı kurak özelliklere sahip ve yan çöl görünümündeki yerlerde gö­rülmektedir. Kum tanecikleri toz taneciklerinden daha büyük ve daha ağır ol­dukları için, kolayca yükselemezler. Bu nedenle kum fırtınaları yeryüzüne yakın seviyelerde daha etkili olmaktadır. Kumun hızlı rüzgârlarla bir yerden başka bir yere taşınmasıyla, kar fırtınalarında görülen kar yığınları gibi kum yığınları oluşmaktadır. Bunun için canlı ve cansız çevre üzerinde, kum fırtınalarında da, kar fırtınalarında ortaya çıkan benzer sorunlar yaşanmaktadır. Afet derecesine dönüşebilen etkili bir kum fırtınasında yaşanan sorunları aşağıdaki şekilde sıra­lamak mümkündür.
   Yerleşim birimlerinde evlerin ve çitlerin önünde çok kalın (4 metreye ula­şabilen) kum yığınları oluşmakta hava alanları, kara ve demir yolları kum ör­tüsüyle kaplanmaktadır.
   Çoğunlukla görüş uzaklığı son derece kısıtlanmakta, ulaşım aksamakta veya durmakta, yerleşim birimleriyle bağlantı kesilmektedir.
   Kara ve hava ulaşımında görüş koşullarından ve araçların motor sistem­lerinin kumdan etkilenmesiyle, büyük can ve mal kaybına neden olan kazalar olmaktadır.
   Açıkta bulunan ve bir kapalı yere ulaşma şansı olmayan insanlar ve hay­vanlar nefes almakta güçlük çekmekte hatta havasızlıktan yaşamını yitirmek­tedir.
   Kum fırtınalarıyla verimli topraklar taşınmakta veya bu toprakların üze­ri başka yerden taşınan kumlarla kaplanmaktadır. Bunun sonucunda toprakla­rın verimi düşmekte ya da çölleşmeye doğru bir gidiş olmaktadır. Dünyanın be lirli bölgelerinde yaşanan hava kirliliğinin bu olaylarla büyük ilişkisi olduğu bilinmektedir.
   Yine kum fırtınalarında görülen şiddetli rüzgârlar, canlı çevrenin yanın­da cansız çevreye de büyük zarar vermektedir. Bu bağlamda bütün doğal var­lıklar ve beşerî yapılar, bu arada tarihî eserler şiddetli rüzgârdan ve taşınan kumdan tahrip olmaktadır.
   Daha önce de belirtildiği gibi etkili kum fırtınaları daha çok, bitki örtüsü­nün son derece zayıf olduğu alanlarda, toz fırtınalarında açıklandığı gibi çeşit­li nedenlerle gelişen bir fırtına sistemi içinde görülmektedir. Nitekim bu tip fır­tınaların en yoğun olarak görüldüğü ve afete dönüştüğü yerler, Ortadoğu, Orta ve Kuzey Afrika, Orta Asya, Avustralya, Kuzey ve Güney Amerika'nın bitki örtüsünün az olduğu çöl bölgeleri ile kurak ve yarıkurak bölgeleridir. Çünkü bitkilerin kumu tutma ve rüzgâr şiddetini azaltma özelliği bu tip fırtınaların olu­şumunu ve zararlarını sınırlamaktadır. Bunun tersi özelliğe sahip olan yerlerde, fırtınalar daha etkili olmaktadır.
   Özellikle çöllerde, killi parçacıkların tuz billurlarıyla çimentolaşması sonu­cu oluşan kumların oluşturduğu kumullar çok geniş alanlan kaplamaktadır. Erg adı verilen ve bu şekilde oluşan kumullar ise, çok geniş alanları kaplayan ve genellikle şeritler hâlinde uzanan oluşumlardır.
   Kum fırtınaları hem dikey, hem de yatay yönde etkili olmaktadır. Kumlar dikey anaforlara bağlı olarak atmosfer içinde bazen kilometrelerce yükselmek­tedir. Hatta taşınan kumun ağırlığına, rüzgârın şiddetine ve atmosferin karar­sızlık derecesine bağlı olarak tropopoz seviyesine kadar çıkabilmektedir. Bu­nun için kum fırtınalarının havacılıkta çok önemli ve özel bir yeri vardır. Özel­likle çöl üzerinde değişik amaçlar için yapılan alçak seviye uçuşlarında, kum fır­tınaları uçuş güvenliğini büyük ölçüde ortadan kaldırmaktadır. Yatay ve düşey görüşün tamamen kısıtlanmasından ve kum parçacıklarının motor kısmına gir­mesinden dolayı, çok büyük kazalar olmaktadır.
   Yatay yönde gelişen, kum fırtınaları daha çok yeryüzüne yakın küçük ve türbiyoner hareketler şeklinde düzenli akımlar biçimindedir. Yeryüzündeki rüz­gârın hızı arttıkça bu tip fırtınaların da şiddeti artmaktadır. Bu fırtına genellikle toz fırtınaları gibi yer rüzgârının ortalama hızının 50 km/saate ulaştığı ve üzeri­ne çıktığı, hamleli rüzgârlarla ortaya çıkmaktadır. Bu durumlarda fırtına içinde ki görüş uzaklığı 500 metrenin altına hatta bazı durumlarda "0" metreye kadar düşmektedir. Bu durumda yaşam durmakta, büyük mal ve can kaybının görül­düğü afet derecesine ulaşan olaylar yaşanmaktadır..

TÜRKİYEDEKİ FIRTINALAR





Hemen her ülkede olduğu gibi, ülkemizde de halk arasında hızlı esen rüz­gârlara fırtına denilmektedir. Çoğu zaman metorolojide de bu anlamda kulla­nılmakla beraber, fırtınayı belirli bir hıza (63 km/saat veya daha fazla) ulaşan kuvvetli rüzgârlarla birlikte şiddetli yağışların ve diğer bazı önemli hava olayla­rının görüldüğü bir hava sistemi olarak tanımlamak daha doğrudur.
   Matematik konumu bilinen, hava kütleleri, basınç yapılan ve rüzgâr sis­temleriyle olan ilişkileri ile yerel fizikî coğrafya özellikleri nedeniyle Türkiye, kuvvetli rüzgârların yanında fırtına sistemlerinin de sıkça görüldüğü bir ülke­dir.
   Türkiye, Akdeniz havzasında yer alması ve etrafındaki denizler nedeniyle denizel, orografik yapısı ve denizden olan ortalama yüksekliği nedeniyle de ka­rasal özelliğe sahiptir. Ayrıca parçalanmış topografyası kısa mesafeler arasında­ki yükselti farkını arttırmaktadır.
   Bunun için deniz-kara, dağ-vadi arasındaki ısınma farkından ortaya çıkan, alçak ve yüksek basmç yapılarına bağlı olarak oluşan, yerel ve süreli rüzgârlar hemen her yerde ve her zaman görülebilmektedir.
   Bu rüzgârlar, zaman zaman yerel topografik özelliklere bağlı olarak, çok hızlı esmekte ve fırtına olarak tanımlanan hava sistemlerindeki rüzgar hızma ulaşabilmekte hatta bu değerleri aşabilmektedir. Nitekim ortalama rüzgârlı gün sayısı ile yıllık ortalama kuvvetli rüzgârlı günler sayısını gösteren grafikler ince­lendiğinde, Türkiye'nin rüzgâr potansiyelinin büyük olduğu görülür.
   Ancak burada kasdedilen rüzgarlar yukarıda sözü edilen yerel ve sürekli kuvvetli rüzgârlar değildir. Bunlar saatteki hızı 63 km veya daha fazla olan rüz­gâr ile birlikte, kuvvetli metorolojik olayların görüldüğü, zaman zaman doğal afete dönüşebilen hava sistemleridir.
b. Türkiye'de Görülen Fırtına Tipleri:
   Türkiye'de Tropikal fırtınaların dışında, bazıları çok küçük boyutta da olsa, hemen her tür fırtına, orta kuşağın cephesel siklonik fırtınaları, şimşekli gök gürültülü fırtınalar, tornadolar-hortumlar görülmektedir. Ancak bu fırtınala­rın çok büyük bir kısmı, başka bir yerde oluştuktan sonra belirli bir yol katederek geldiklerinden, küçük ve orta boyutta olan fırtınalardır. Bunlar özellikle de kışın daha sık görülmektedir.
Orta Kuşağın Cephesel-Siklonik Fırtınaları:
   Fırtına türleri içinde değişik bölgelerde farklı nedenlerle oluşarak soğuk mevsimde Türkiye'yi etkileyen orta kuşağın cephesel fırtınaları (siklonları), en sık görüleni ve en etkili olanıdır. Bu tip fırtınaların ilki Atlas Okyanusu'nun ku­zeyinde, İzlanda Adası civarında kutbi cephenin hareketlerine bağlı olarak olu­şan, doğuya ve güneye yönelerek, Avrupa'nın ve Akdeniz havzasının büyük bir bölümünü ve doğal olarak da Türkiye'yi Balkanlar, Karadeniz ve Akdeniz üze­rinden girerek etkileyen cephesel siklonik fırtınalardır.
   Akdeniz üzerinde, daha çok Cenova ve Adriyatik körfezinde oluşan ve kay­nak yerlerinden dolayı, Cenova ve Adriyatik depresyonları olarak anılan fı;rtı­nalar ile soğuk mevsimde batı ve orta Akdeniz'e kuzeyden gelen kutbi soğuk havayla güneyden gelen tropikal sıcak havanın karşılaştığı bölgede oluşan dep­resyonlar bu tip fırtınaların ikincisidir. Bunun için Akdeniz bir frontojenez (cephe oluşumu) ve siklojenez (siklon oluşum) alanıdır. Ayrıca Alp dağları da bu siklonların oluşmasında önemli bir rol oynamaktadır. Burada oluşan bu sik­lonlar doğuya yönelerek batı bölgelerimizden başlamak üzere bütün yurdumu­zu da etkileyen fırtına sistemleridir.
   Bu tip fırtınaların üçüncüsü, Sibirya üzerinden Toros dağlarını aşarak gelen soğuk kutbî hava ile, doğu Akdeniz üzerinde bulunan ılık ve nemli havanın karşılaşmasıyla oluşan depresyonlar ve Batı ve Orta Akdenizden gelen Doğu Akdeniz Cephesel Siklonik Fırtınalarıdır. Bunlar da, güney kıyılarımız ile doğu ve güneydoğu bölgelerimizde çok etkili olan, kuvvetli rüzgârla birlikte yoğun yağış (yağmur, kar) bırakan fırtına sistemleridir.
   Yukarıda kaynak yerleri ve kısaca oluşum mekanizmaları açıklanan bu fır­tınaların büyük bir kısmı, atmosferin genel dolaşımına uygun olarak Türkiye'ye ulaşmakta, farklı biçimde ve şiddette atmosferik olaylara neden olmaktadır. An­cak bunların Türkiye üzerindeki olumsuz etkileri, fırtınanın kaynak bölgelerin­deki şiddetine, izledikleri yolun uzunluğuna, geçtikleri yerlerin topografik özelliklerine, kara ya da deniz üzerinden geçmelerine bağlıdır.
   Bu tip fırtınaların etkisiyle ülkemizde, çok şiddetli rüzgârlara ve kuvvetli yağışlara bağlı olarak oluşan, deniz kabarması, sel, çığ, tipi, ve heyelan gibi olayların sonucunda büyük can ve mal kayıplarının görüldüğü afetler yaşan­maktadır. Ancak bu atmosferik tehlikelerin afet haline dönüşmesinde insanla­rın çeşitli etkinliklerinin de çok önemli bir etken olduğunu belirtmek gerekir.
   Bu fırtına sistemlerinin hemen hepsi önemli ve tehlikeli hava olaylarına ne­den olurken bunların içinde, Akdeniz depresyonlarının ayrı bir önemi vardır. Çünkü bunlar, kuvvetli rüzgârlarla ve taşıdıkları bol nemin neden olduğu şiddetli yağmur ve kar sağanağı türü yağışlarla Karadeniz bölgesi dışında bütün bölgelerimizde büyük afetlerin yaşanmasına neden olmaktadır.
   Örneğin, 4 Kasım 1995 tarihinde görülen fırtınada, İzmir'de 3 saat 54 daki­kalık süre içinde, metrekareye 100 kg'den fazla yağış düşmüş, rüzgârın hızı 85 km/saate ulaşmıştır. Yaşanan sel, taşkın ve su baskını olayında 322 konut yıkıl­mış, 1000 bina zarar görmüş 63 kişi yaşamını yitirmiş, çok büyük ekonomik ka­yıp yaşanmıştır. Yine 2001 Aralık ayında Akdeniz Bölgesini etkileyen bu tür fır­tınada Antalya ve Mersin'de etkili sel olayları yaşanmış, büyük mal ve can ka­yıpları görülmüştür.
   Ülkemizde etkili olan ve yukarıda açıklanan bu tip fırtınalar, fırtına sistemi içindeki, en şiddetli ve etkili rüzgârın yönüne göre, Karayel, Lodos ve Poyraz fırtınaları olarak adlandırılmaktadır.
   Karayel fırtınası; kutbî cephe ve bunlarla ilişkili depresyonlardır. Balkan­lardan ve Karadeniz üzerinden kuzeybatılı akışlarla Türkiye'yi etkileyen bu sistemde çok soğuk havanın yanında hızı 80-85 km/saat arasında değişen kuv­vetli rüzgârlar görülür. Trakya, Marmara ve Batı Anadolunun kuzeyi ile yurdun iç kesimlerinde, kuvvetli ama çok uzun sürmeyen yağışlar etkilidir. Yağış­lar kıyılarda yağmur, iç kesimlerde kar şeklindedir. Özellikle bu tip fırtınalar, Trakya, Marmara, Karadenizin iç ve kıyı bölgelerinde çok kuvvetli rüzgâr ve yoğun kar yağış nedeniyle değişik türde ve boyutta afetlerin yaşanmasına ne­den olmaktadır.
   Lodos fırtınaları; yine kutbi cephenin akdeniz üzerine inmesiyle görülen veya Akdenizde oluşan ve genellikle Türkiye'yi güneybatı yönünden esen kuv­vetli rüzgârlarla etkileyen cephesel depresyonlar (siklonlar)dır.Bu tip fırtınalar, Türkiye'nin büyük bir bölümünde, özellikle de Ege, Mar­mara ve Akdeniz bölgelerinin kıyı kesimlerinde, hızı 90-100 km/saate ulaşan şiddetli rüzgâr ile birlikte, çok kuvvetli gök gürültülü sağanak yağışlara neden olmaktadır. Bu fırtına süresince mevsime göre, nisbeten ılık bir hava yaşanırken, kıyılarda sel ve taşkınlara neden olabilecek nitelikte çok kuvvetli sağanak şek­linde yağmur, iç kesimlerde ve yükseklerde yoğun kar yağışları görülür. Bunun yanında, belirli yerlerde daha önce büyük örtü oluşturmuş karın, bu fırtınanın getirdiği ılık ve yağışlı hava sonucunda erimesiyle de, yine sel, çığ ve heyelan gi­bi doğal afet görülebilir.
   Kışın, poyraz fırtınaları olarak adlandırılan fırtınalar ise; Sibirya oluşumlu, çok soğuk ve kuru karasal kutbî hava kütlelerinin, kuzey ve kuzey doğulu akış­larla (sibirya antisiklonu ile) Doğu Akdeniz'e inmesi ve nemli tropikal hava küt­lesiyle karşılaşması sonucu oluşan, cephesel depresyonlarla ilişkilidir. Bu fırtına sisteminde en şiddetli rüzgârlar, yurdun büyük bir bölümünde kuzey, kuzey­doğu yönlerinden oldukça soğuk olarak eseR. Bu akışlara bağlı olarak doğu Akdenizde oluşan alçak basınç ve cephe sistemlerinin kuzeydoğuya hare­ketiyle, Lodos fırtınasına dönüşen fırtına ülkemizin özellikle, Akdeniz ile Gü­neydoğu ve Doğu Anadolu bölgelerinde yoğun yağışlara neden olur. Kıyılar­da şiddetli gök gürültülü sağanak yağışlar ve hızı çok yüksek değerlere ulaşan rüzgârlar görülürken, iç kesimlerde tipi şeklinde yoğun kar yağışı hakimdir. Bu­nun sonucunda büyük boyutta doğal afetler sel, çığ, heyelan v.b. yaşanabilir.
Gök Gürültülü Sağanak Yağışlı Fırtına (Oraj) lar:
   Türkiye'de görülen ikinci tip fırtına şimşekli, gök gürültülü sağanak yağışlı fırtınalar'dır. Bunlar daha önce açıklandığı gibi yerel özelliklere bağlı olarak, çok çabuk gelişen konvektif fırtına sistemleridir. Anî olarak başlayan ve kısa sürede bol miktarda su bırakan yağışlarla oluşan sel ve taşkınlar ile yıl­dırım ve büyük hızlara erişebilen rüzgâr büyük can ve mal kayıplarına neden olabilmektedir.
   Bu tip fırtınalar, siklonik fırtınalara bağlı olarak görülebildiği gibi, ülkemi­zin fizikî coğrafya özelliklerine bağlı olarak da, çok sık görülmektedir. Hatta Türkiye orta kuşak ülkeleri arasında, orajların en sık görüldüğü ülkelerin başın­da gelmektedir. Çünkü Türkiye hem denizel hem de karasal özelliğe sahiptir. Aynı zamanda cephe hareketlerinin ve bunlarla ilgili depresyonların da sıkça görüldüğü bir ülkedir. Yine, yerel orajların oluşumunda, çok önemli bir etken olan uygun orografik yapıya sahiptir. Bu nedenlerden dolayı, atmosferin aşağı kısımlarındaki sıcak ve nemli havanın anî olarak yükselmesi için, uygun koşullar vardır. Yani denizler üzerinden gelen nemli ve sıcak hava, hemen kıyı­dan itibaren yükselen dağlar üzerinde ya da bir soğuk cephe üzerinde yüksele­rek orajlara neden olabilmektedir.
   Yine karasallık özelliği nedeniyle, geçiş mevsimlerinde (ilkbahar, yaz baş­ları sonbahar sonlan) yere yakın seviyelerdeki hava çok ısınmakta ve etrafında­ki havaya göre yoğunluğu azalmaktadır. Bunun sonucunda bu kısımlardaki ha­va hızla yükselmekte ve belirli bir seviyede yoğunlaşarak dikey gelişimli kümü­lüs (Cu) bulutları, eğer yükselme hızı fazlaysa, kümülonimbus (Cb) bulutları oluşmaktadır. Bu bulutların gelişmesiyle de kuvvetli orajlar görülebilmektedir.
   Sonuç olarak, ülkemizin her bölgesinde, hemen her termik hava akımlarıy­la, hem de nemli ve sıcak havanın cephe sathı boyunca ya da bir yükselti nede­niyle yükselmesiyle oluşan, orajlar görülmektediR.
   Orografik orajlar daha çok kıyı bölgelerimizde görülürken, termik orajlar kuvvetli karasallık özelliğine sahip iç ve doğu bölgelerimizde etkili olmaktadır. Cephesel orajlar ise hemen her bölgemizde görülen fırtınalardır.
   Ülkemizde görülen orajların büyük bir çoğunluğu, termik kaynaklıdır. Bu nedenle bunlar, daha çok sıcak dönemde, özellikle de nemli-ılık ilkbahar ayla­rında; şiddetli rüzgâr, şimşek, gökgürültüsü, yağmur ve dolu sağanağıyla bir­likte görülür. Bunlara soğuk mevsimde, atmosferin alt ve üst seviyeleri arasın­daki sıcaklık farkı az olduğu için (kararlı hava kütleleri) oldukça seyrek olarak rastlanır. Bu mevsimde görülen orajlar ancak kuvvetli soğuk cephelerle ilişkili olarak oluşmaktadır.
   Orajlar, deniz üzerinde çoğunlukla kışın ve geceleyin, karalar üzerinde ise, yazın ve gündüzün daha sık görülmekte ve daha etkili olmaktadır. İlkbahar ve sonbahar aylarında kuzeyden gelen serin hava, Karadeniz üzerinden geçerken ısındığından ve nem aldığından, Karadeniz bölgesinde orografik orajlar görü­lür. Yine Azor antisiklonunun hareketine bağlı olarak gelen kuzeyli akımların, Karadeniz dağlan üzerinde yükselmesiyle de bu bölgede yaz boyunca, bu tip fırtınalara çok sık olarak rastlanır.
   İç Anadolu'da ve Doğu Anadolu Bölgesi'nin birçok yerinde mayıs, haziran ve temmuz aylarında oluşan termik kaynaklı orajlar, kuvvetli sağanaklar ve şiddetli rüzgârlara bağlı olarak sel ve taşkın gibi olumsuz olaylara neden ol­maktadır.
   Akdeniz kıyı bölgeleri başta olmak üzere bütün kıyılarımızda, cephesel fa­aliyetlerin yanında, orografik nedenlerlede, kışın deniz üzerinden gelen nemli ve ılık havanın yükselmesiyle bu tip fırtınalar görülmektedir..

Kuraklık







TANIM
Bir bölgede nem miktarındaki geçici dengesizliğin o bölgedeki su kıtlığı ile ilişkisi olarak kabaca tanımladığımız kuraklık doğal bir iklim olayıdır ve herhangi bir zamanda herhangi bir yerde meydana gelebilir. Kuraktan nemli iklim tiplerine kadar her yerde görülebilir. Bununla beraber kurak iklimler nem eksikliğinden ve yüksek değişkenlikteki yağıştan dolayı kuraklığa karşı daha hassas konumdadırlar.
Ekstrem olaylar içinde kuraklık genellikle yavaş gelişir, sıklıkla uzun bir süreklilik gösterir ve atmosferik tehlikeler içinde tahmini en az olanı olması ile birlikte etkileri çok geniştir.
Kuraklık tabiatın gizli bir tehlikesidir. Genellikle herhangi bir mevsim veya bir zaman diliminde yağış miktarındaki azalmadan dolayı meydana gelir. Kuraklık hesaplamalarında bir bölgedeki yağış ve evapotranspirasyon (buharlaşma+terleme) arasındaki dengenin uzun süreli ortalaması göz önünde bulundurulmalıdır. Kuraklık zamanla (yağış mevsiminin başlamasında gecikmeler, ürün büyüme mevsimi- yağış zamanının ilişkisi) ve yağışların tesirleri ( yağış yoğunluğu, sayısı) ile ilşkilidir. Yüksek sıcaklık, şiddetli rüzgar ve düşük nem miktarı gibi diğer değişkenler bir çok bölgede kuraklıkta etkili olur.
Kuraklık yalnızca fiziksel bir olay veya bir doğa olayı olarak görülmemelidir. Onun, insan ve faaliyetlerinin su kaynaklarına olan bağımlılığı nedeniyle toplum üzerinde çeşitli etkileri vardır.
Uzun süreli kuru hava nem azlığı yaratarak bitki, orman ve su kaynaklarında azalmaya sebep olur ve neticede, ciddi çevresel, ekonomik ve sosyal problemlerin ortaya çıkar.
ÇEŞİTLERİ
Kuraklığın literatürde kullanılan üç çeşidi vardır.
1- METEOROLOJİK KURAKLIK Uzun bir zaman içinde yağışın belirgin şekilde normal değerlerin altına düşmesi olarak tanımlanır. Nem azlığının derecesi ve uzunluğu meteorolojik kuraklığı belirler ve bölgeden bölgeye gelişiminde farklılıklar gözlenir. Örneğin yağışın ve yağışlı gün sayısının belirli bir değerden az olması temeline dayanarak kurak periyotlar teşhis edilir. Bu hesap şekli nemli subtropikal iklimler gibi yıl boyunca yağış alan yerler için uygundur. Diğer iklim bölgeleri mevsimsel yağış paternleri ile karekterize edilir. Diğer bir tanım şekli yağışın aylık, mevsimlik veya yıllık toplamlarının ortalamasından olan farkları ile ilişkilidir.
2- TARIMSAL KURAKLIK Tarımsal kuraklık meteorolojik kuraklığın çeşitli özellikleri ile çok yakın ilişkilidir. Toprakta bitkinin ihtiyacını karşılayacak miktarda su bulunmaması olarak tanımlanan tarımsal kuraklık nem kaybı ve su kaynaklarında kıtlık oluştuğu zaman meydana gelir. Ürün miktarında azalmaya, büyümelerinde değişime ve hayvanlar için tehlikeye sebep olur.
3- HİDROLOJİK KURAKLIK Hidrolojik kuraklık yeraltı su kaynakları, yüzey suları veya yağış periyotlarının etkisi ile ilişkilidir. Meteorolojik kuraklığın uzaması durumunda hidrolojik kuraklıktan söz edilir. Uzun süreli yağış azlığının kaynak seviyeleri, yüzey akışı ve toprak nemi gibi hidrolojik sistemin bileşenlerinde kendisini göstermesidir. Yeraltı suları, nehirler ve göllerin seviyesinde keskin bir düşüşe sebep olur. İnsan, bitki ve hayvan yaşamı için büyük bir tehlike yaratır.Bir dönemde yaşanan yağış miktarında azalma toprak neminde hızlı azalmaya neden olacağı için tarımla uğraşanlarca hemen hissedileceği halde hidroelektrik santrallerinde bir süre etkili olmayacaktır. Hidrolojik kuraklıkta en önemli etken iklim olmasına rağmen arazi kullanımı (örneğin ağaç kesimi), arazinin verimsizleşmesi bölgenin hidrolojik özelliklerini etkiler. Bölgeler hidrolojik sistemleri ile birbirine bağlı oldukları için meteorolojik kuraklığın etkisi ile yağış kıtlığı yaşanan alanların sınırları daha genişleyebilir. İnsan aktiviteleri; arazi kullanımında değişim meydana getirdiği için meteorolojik kuraklığın frekansında değişim olmadığı halde su kıtlığının frekansında değişim meydana getirmesinden dolayı en önemli etken olarak gözlenmiştir.


ETKİLERİ
1- EKONOMİK ETKİLERİ
Üründe Kayıp
  • Ekin alanlarının verimliliğinin azalması
  • Böcek istilası
  • Bitki hastalıkları
  • Ürün kalitesinde düşüklük
Süt ve Çiftlik Hayvanları Kaybı
  • Otlakların verimliliğinin azalması
  • Halka açık otlakların kapatılması veya sınırlandırılması
  • Hayvanlar için suyun temin edilememesi veya pahalılığı
  • Hayvanlar için besin temin edilememesi veya pahalılığı
Kereste Üretiminde Kayıplar
  • Orman yangınları
  • Ağaç hastalıkları
  • Böcek istilası
  • Orman alanlarının verimliliğinin azalması
Balık Üretiminde Kayıplar
  • Balık yetiştirme alanlarına zararı
  • Suyun azalmasından dolayı yavru balıkların kaybı
Ulusal Büyümede Kayıp, Ekonomik Gelişmede Gecikme
Yiyecek üretiminde düşüş - Yiyecek stoklarında azalma
Finansal kaynak bulmada zorluk (Kredi riski)
Nehir ve kanalların denizciliğe olan katkılarında kayıp
Yeni ve ilave su kaynaklarının geliştirilmesindeki pahalılık
Suyun taşınmasındaki pahalılık
Çiftçi gelirlerinde kayıplar
Eğlence iş alanlarında kayıplar
Enerjide kaynak azalması
Tarımsal üretimin direkt bağlı olduğu endüstrilerde kayıplar
Üretimdeki düşüşe bağlı işsizlik
Hükümetlerin vergi gelirinde kayıplar
2- ÇEVRE ETKİLERİ
  • Toprakta su ve rüzgar erozyonu

  • Balık alanlarına zarar

  • Bitki alanlarına zarar

  • Suyun kalitesine etki

  • Hayvan kalitesine etki

  • Hayvan doğal yaşam alanlarına etki

  • 3- SOSYAL ETKİLERİ
  • Yiyecek kıtlığı

  • Yoksullukta artış

  • Göç

  • Sosyal huzursuzluk

  • Kırsal alanlardaki yaşam seviyesinde düşüş

  • ÖNLEMLER
    Kuraklık; normalin altında yağış, düşük toprak nemi, sıcak kuru hava gibi bir çok faktörün bileşiminin bir sonucudur. Bunun için sıcaklık, yağış, yüzey akışı, toprak nemi gibi ana iklimsel ve hidrolojik değişkenler düzenli olarak izlenmeli ve normal değerlerden olan sapmalarının trendi gözlenmelidir. Kuraklık indisleri formüle edilip limitleri tanımlandığında kuraklığı izlemek ve araştırmak için çok kullanışlı anahtar olacaklardır.
    KURAKLIK PLANLAMASI
    Rastlanılacak herhangi kurak bir dönem için yapılacak çalışmalar üç ana çalışma grubunda toplanmalıdır;
    1. İzleme Birimi: Klimatolojistler, hidrolojistlerden oluşur ve şu an ve gelecek için ne kadar suyun mevcut olduğunu izler.
    2. Etkileri İnceleme Birimi: Doğal kaynak yöneticilerinden oluşur. Tarım, belediyeler gibi çeşitli alanların ne kadar su eksikliğinden etkileneceğine karar verirler.
    3. Kuraklık Görev Gücü: Yüksek seviye resmi memurlardan oluşur, seçimle veya atama ile görev alırlar. Konu ile ilgili kanun yapma yetkileri vardır. Kuraklığın etkileri ve mevcut kaynaklar hakkında bilgi toplarlar.
    Kurklık Planlamasında 10 adım;
    1. Kuraklık görev gücü atamak
    2. Kuraklık planının önemi ve hedeflerine karar vermek
    3. Çeşitli su kullanıcıları arasında anlaşmazlıkları çözmek
    4. Doğal, biyolojik ve insan kaynaklarının finansal ve kanuni sıkıntılarını tesbit etmek
    5. İzleme, keşif ve cevap prosedürlerini hazırlamak
    6. Araştırma ve eğitim ihtiyaçlarını tesbit etmek
    7. Bilimsel ve kanuni eksikleri tamamlamak
    8. Kuraklık planını test etmek ve duyurmak
    9. Kuraklık ve su kaynakları konusunda medya ve halkı bilgilendirmek
    10. Kuraklık planını güncelleştirmek ve kuraklık sonrası geliştirmek